Sitenin sağında bir giydirme reklam
YELİZ ÖZTÜRK (Eğitimci Bakış)
Köşe Yazarı
YELİZ ÖZTÜRK (Eğitimci Bakış)
 

SONU HAZİN BİR HİKÂYEDİR SARIKAMIŞ

“İnsanın çıkacağı yolculuğun ilk durağı, yaşadığımız toprakların tarihi olmalıdır. Çünkü insanlar da ağaçlar gibi doğduğu toprakların ürünüdür ve onların özelliklerini taşır.” Bir mermerin üzerine kazır gibi zihnime kazıdığım bu sözler, üniversitedeki öğretmenim Prof. Dr. Alemdar YALÇIN’ a aittir. Üzerinde bir ömür sürdüğümüz toprakların hikâyesini bilmeliyiz. Hem de apaçık bir şekilde, tüm gerçekliği ile bilmeliyiz. Anadolu, geçmişten günümüze hafızalarımızdan asla silinmeyecek bir macerayı da beraberinde getirmiştir. Neresinden bakarsak bakalım, unutulmayacak kahramanlıklarla ve alınacak derslerle doludur.Yetişen nesillerimizi, uzun soluklu bu tarihi maceramız konusunda bilgilendirmek de hepimizin kendisine görev edineceği bir sorumluluk olmalıdır. 1914-1915 tarihleri arasında, Sarıkamış Savaşları’nda yaşananları unutmamak, unutturmamak da böylesi bir anlayışın gereği olmalı. İsimsiz kahramanlar, hatırlanmalı ve Sarıkamış felaketinin nedenleri bilinmeli. Bilinmeli ki tarihte yaşananlardan ders alınabilinsin. Sarıkamış felaketinin mimarı Enver Paşa’nın taarruz emrini verdiği tarihte, Anadolu’da kış mevsimi, en çetin dönemini hüküm sürüyordu. Bu koşullarda yiyeceksiz, giyeceksiz karlarla kaplı yüksek dağlarda Kafkasya’ya doğru harekete geçen askerin kış şartlarına uygun donanımdan yoksun olması; yaşanan dramın en acı, en yürek burkan kısmıdır. Komutanların yanlış kararları neticesinde ortaya çıkan bu dramı, herkes hatırlamalıdır. Savaşın nedenleri, sonuçları bir tarafa; donarak ölen Türk askerlerinin var olduğu gerçeği bir tarafa… Ben bu yazımda, neden ve sonuçlar üzerinde durmayacağım. Zira bu bilgilere ulaşmak günümüzde artık çok kolay. Ben Sarıkamış dramınaİsmail BİLGİN’in yıllar önce okuduğum, sinemaya da uyarlanan “Sarıkamış/Beyaz Hüzün” adlı kitabından aldığım notlardan hareketlebu yazıyı okuyanların- öncelikle de öğrencilerimizin- dikkatini çekmek istiyorum.Kitabın sinemaya uyarlanmış hali sinema eleştirmenleri tarafından çok eleştirildi çünkü eser filme dönüştürülmüş haliyle verilmek istenilen mesajın dışına çıkmış,  BİLGİN’in yansıtmak istediği manevi duygulardan oldukça uzaklaşmıştı. “Sarıkamış Harekâtı, bir dram değil; bir kahramanlık destanıdır.” sözüyle başlıyor kitabına yazar. Yazara hak vermekle birlikte üst satırlarda içimden gelerek yazdığım “dram” kelimesini değiştirmek istemiyorum. Bu kitabında, zihinlere kazınan Sarıkamış olayının çok farklı yönlerine değinip olaya farklı açıdan bakmamızı sağlıyor yazar. Belki de bu yüzden, kitapta anlatılanlar ilk günkü gibi aklımda. Ruslara saldırmak için baharı beklemenin gerekliliğini düşünen komutanların aksine; aceleci davranarak kış taarruzunu uygun bulan Enver Paşa’nın imzasını attığı Sarıkamış Harekatı’nın kahramanlarını ve yaşadıklarını kitabı okurken dikkatimi çeken bazı bölümleri ele alarak bir de İsmail BİLGİN’in kaleminden görelim istiyorum.  İncecik kıyafetlerle bir taraftan da açlıkla mücadele ederek günlerce karlar üzerinde yürüyen gençler… TARİH YAZANLAR:“Tarih yazanlar; bu gençlerin omuzlarına yüklenen bu yükü de hakkıyla yazacak mıydı acaba? Gençler, bu soruları sormadan sadece ve sadece yürüyorlardı.”  Evet, tarih bu gençleri hakkıyla hatırlayacak mıydı? Oysaki onlar, aldıkları bir emir doğrultusunda ne için, kimin için ve ne kadar süreceğini bilmeden yürüyor, yürüyor, yürüyordu. Onların yürüyüşü hazin hikâyemizin başlangıcı ve bitişi olacaktı. YAŞLILIK HASTALIĞI:“Bu askerler, ilk önce gıdasızlık yüzünden zayıf düşmüşlerdi. Günlerce yürümüşler, iyice beslenemeyince zayıflamışlardır ama hep yürümeye zorlanmışlar, bin bir güçlük içinde kendilerinden üstün bir gayret göstererek yürümüşlerdir. Bunun sonucunda; yumruk gibi olan kalpleri, daha fazla kan pompalamak için daha hızlı bir şekilde çarpmış durmuştur. Sonra kalpleri büyümüş ve beş on yaş birden yaşlanmışlardır. Erzurum’da, bu tür askerlerin yakalandığı hastalığa ‘yaşlılık hastalığı’ diyorlardı.” İsmail BİLGİN’in sözünü ettiği bu olay Sarıkamış Savaşları’nda yaşanmış tarihi bir gerçeğin ifadesidir. HASTAYI TERK EDEN BİT:“Doktor viziteye çıktığı gün, bit dolu bir hastayı muayene ederken hastada hiç bit kalmadığını hayretle görmüştü. Bunun neden olduğunu anlamaya çalışırken hasta birkaç gün sonra ölmüştü. Doktor, bunun normal bir vaka olmadığını biliyordu. Diğer hastalarda da bu bulguyu aramaya başladı. Birkaç hastada bit kalmamıştı. Bu hastalardan birinin sıcaklığı 39 dereceden yüksekti. Diğerinin sıcaklığı ise 36 dereceden düşüktü. Bu iki hastayı, ciddi bir şekilde incelemeye başladı. Ancak hastaların birer gün arayla öldüğünü gördü. Sonunda şu kanıya vardı: Öleceği belli olan hastaları, bitler bile terk ediyordu. Yani 39 dereceden yüksek, 36 dereceden düşük vücut sıcaklıklarında bitler bile yaşamıyor; o hastayı hemen terk ediyordu.”  Sadece açlık mı? Ya da zaten karla ıslanmış ince giysiler içinde, soğuğa karşı verilen mücadele mi? Hayır, bir de salgın hastalıklar askerin belini büküyor; birçoğu ateşli hummadan can veriyordu. HAYVANLARIN BU SAVAŞTA YERİ NE?“Savaş ne kadar haklı olsa da ne kadar savaşmak zorunda kalınırsa kalınsın kötü bir şeydi ve asker bunu bilirdi. Seferberlik nedeniyle askerlik şubesine teslim olduktan sonra artık ‘nereye git, nerede savaş’ derlerse gider, savaşırdı. Hele hele bazıları, savaşa hayvanların neden sokulduğunu anlamak istemezlerdi. Atlara, eşeklere, katırlara yüklenen cephanelerin; öküzlere ve mandalara çektirilen topların ağırlığını kendi omuzlarında hissederlerdi. İnsanlar arasındaki savaşlarda; hayvanların angarya işlere koşulması, atların bir bir vurulması büyük bir tezat oluşturmaktaydı. Bir çatışma sırasında, insanlar kendilerini korumak için sağa sola kaçışıyor ya da siperlerine girebiliyordu. Ama hayvanlar, gürültülerden ürkmüş bir şekilde sağa sola koşuşturup yoruluyordu. Bu yaralı hayvanlara kimse bakamıyor ve hayvanlar da eninde sonunda diğer vahşi hayvanlara yem olmaktan kurtulamıyordu.” Belki de hiçbirimiz savaşlara bu açıdan bakmamış, insanların sebep olduğu savaşlarda hayvanların yerini sorgulamamıştık. TATLI BİR UYKU:“Yüzeyden başlayan donma; ilk önce deride ilerliyor, gittikçe damarlardaki kan kristalize olup buz haline geliyordu. Az sonra da tatlı uyuşukluğa kapılan kimse, son nefesini hiç acı çekmeden, hiçbir şeyin farkında olmadan veriyordu. Soğuktan donanların çoğu uyur gibiydi. Donarak ölmenin iyi tarafı varsa o da hiçbir şey anlamadan, acı çekmeden derin bir uykuya dalmaktı.” Kara değince insanın giysileri de ıslanır, ıslanır ya… O ıslaklıkla o kadar soğukta günlerdir aç olan askerler… Hem uykusuzluk, hem açlık, hem soğuk… İnsan nasıl dayanır? İşte böyle… Gerekli tedbirler alınmadan Kafkasya’ya yürüme emrini alan ordu, felaketle sonuçlanan bir savaşa sürüklenmişti. Aradan tam yüz altı yıl geçti. Ama unutmayalım ki kaç yıl geçerse geçsin; şehitler daima hatırlanmalı, hatırlatılmalıdır. Yazımı; saflığı, temizliği kısacası güzel duyguları çağrıştıran kar ile bu karlar üstünde yaşanan Sarıkamış Harekâtı arasındaki zıtlığı, gözler önüne seren bölümle sonlandırmak istiyorum. KEŞKE…“Kar sessiz ve kararlı bir şekilde, musiki ahengiyle yavaş yavaş yağıyordu. Her yeri beyaza bezemek için toprağa, yollara, ağaçlara ve evlerin üzerine düşüyordu. Bu gizemli güzelliğin yağması, “Sizin savaşlarla, birbirinize olan kinlerinizle, maddeten ve manen kirlettiğiniz yeryüzünü ben temizlemeye geliyorum.” der gibiydi. Kar; eski, isli bir boyanın üstüne beyaz boya vuran temiz ve titiz bir boyacıyı andırıyordu. Keşke karın getirdiği beyazlık insanların kirlenen gönüllerini, ihtiraslarını da silebilse; keşke ak pak eyleyebilseydi.”
Ekleme Tarihi: 22 Aralık 2020 - Salı

SONU HAZİN BİR HİKÂYEDİR SARIKAMIŞ

“İnsanın çıkacağı yolculuğun ilk durağı, yaşadığımız toprakların tarihi olmalıdır. Çünkü insanlar da ağaçlar gibi doğduğu toprakların ürünüdür ve onların özelliklerini taşır.” Bir mermerin üzerine kazır gibi zihnime kazıdığım bu sözler, üniversitedeki öğretmenim Prof. Dr. Alemdar YALÇIN’ a aittir.

Üzerinde bir ömür sürdüğümüz toprakların hikâyesini bilmeliyiz. Hem de apaçık bir şekilde, tüm gerçekliği ile bilmeliyiz. Anadolu, geçmişten günümüze hafızalarımızdan asla silinmeyecek bir macerayı da beraberinde getirmiştir. Neresinden bakarsak bakalım, unutulmayacak kahramanlıklarla ve alınacak derslerle doludur.Yetişen nesillerimizi, uzun soluklu bu tarihi maceramız konusunda bilgilendirmek de hepimizin kendisine görev edineceği bir sorumluluk olmalıdır. 1914-1915 tarihleri arasında, Sarıkamış Savaşları’nda yaşananları unutmamak, unutturmamak da böylesi bir anlayışın gereği olmalı. İsimsiz kahramanlar, hatırlanmalı ve Sarıkamış felaketinin nedenleri bilinmeli. Bilinmeli ki tarihte yaşananlardan ders alınabilinsin.

Sarıkamış felaketinin mimarı Enver Paşa’nın taarruz emrini verdiği tarihte, Anadolu’da kış mevsimi, en çetin dönemini hüküm sürüyordu. Bu koşullarda yiyeceksiz, giyeceksiz karlarla kaplı yüksek dağlarda Kafkasya’ya doğru harekete geçen askerin kış şartlarına uygun donanımdan yoksun olması; yaşanan dramın en acı, en yürek burkan kısmıdır. Komutanların yanlış kararları neticesinde ortaya çıkan bu dramı, herkes hatırlamalıdır. Savaşın nedenleri, sonuçları bir tarafa; donarak ölen Türk askerlerinin var olduğu gerçeği bir tarafa… Ben bu yazımda, neden ve sonuçlar üzerinde durmayacağım. Zira bu bilgilere ulaşmak günümüzde artık çok kolay. Ben Sarıkamış dramınaİsmail BİLGİN’in yıllar önce okuduğum, sinemaya da uyarlanan “Sarıkamış/Beyaz Hüzün” adlı kitabından aldığım notlardan hareketlebu yazıyı okuyanların- öncelikle de öğrencilerimizin- dikkatini çekmek istiyorum.Kitabın sinemaya uyarlanmış hali sinema eleştirmenleri tarafından çok eleştirildi çünkü eser filme dönüştürülmüş haliyle verilmek istenilen mesajın dışına çıkmış,  BİLGİN’in yansıtmak istediği manevi duygulardan oldukça uzaklaşmıştı.

“Sarıkamış Harekâtı, bir dram değil; bir kahramanlık destanıdır.” sözüyle başlıyor kitabına yazar. Yazara hak vermekle birlikte üst satırlarda içimden gelerek yazdığım “dram” kelimesini değiştirmek istemiyorum. Bu kitabında, zihinlere kazınan Sarıkamış olayının çok farklı yönlerine değinip olaya farklı açıdan bakmamızı sağlıyor yazar. Belki de bu yüzden, kitapta anlatılanlar ilk günkü gibi aklımda.

Ruslara saldırmak için baharı beklemenin gerekliliğini düşünen komutanların aksine; aceleci davranarak kış taarruzunu uygun bulan Enver Paşa’nın imzasını attığı Sarıkamış Harekatı’nın kahramanlarını ve yaşadıklarını kitabı okurken dikkatimi çeken bazı bölümleri ele alarak bir de İsmail BİLGİN’in kaleminden görelim istiyorum.

 İncecik kıyafetlerle bir taraftan da açlıkla mücadele ederek günlerce karlar üzerinde yürüyen gençler…

TARİH YAZANLAR:“Tarih yazanlar; bu gençlerin omuzlarına yüklenen bu yükü de hakkıyla yazacak mıydı acaba? Gençler, bu soruları sormadan sadece ve sadece yürüyorlardı.”

 Evet, tarih bu gençleri hakkıyla hatırlayacak mıydı? Oysaki onlar, aldıkları bir emir doğrultusunda ne için, kimin için ve ne kadar süreceğini bilmeden yürüyor, yürüyor, yürüyordu. Onların yürüyüşü hazin hikâyemizin başlangıcı ve bitişi olacaktı.

YAŞLILIK HASTALIĞI:“Bu askerler, ilk önce gıdasızlık yüzünden zayıf düşmüşlerdi. Günlerce yürümüşler, iyice beslenemeyince zayıflamışlardır ama hep yürümeye zorlanmışlar, bin bir güçlük içinde kendilerinden üstün bir gayret göstererek yürümüşlerdir. Bunun sonucunda; yumruk gibi olan kalpleri, daha fazla kan pompalamak için daha hızlı bir şekilde çarpmış durmuştur. Sonra kalpleri büyümüş ve beş on yaş birden yaşlanmışlardır. Erzurum’da, bu tür askerlerin yakalandığı hastalığa ‘yaşlılık hastalığı’ diyorlardı.”

İsmail BİLGİN’in sözünü ettiği bu olay Sarıkamış Savaşları’nda yaşanmış tarihi bir gerçeğin ifadesidir.

HASTAYI TERK EDEN BİT:“Doktor viziteye çıktığı gün, bit dolu bir hastayı muayene ederken hastada hiç bit kalmadığını hayretle görmüştü. Bunun neden olduğunu anlamaya çalışırken hasta birkaç gün sonra ölmüştü. Doktor, bunun normal bir vaka olmadığını biliyordu. Diğer hastalarda da bu bulguyu aramaya başladı. Birkaç hastada bit kalmamıştı. Bu hastalardan birinin sıcaklığı 39 dereceden yüksekti. Diğerinin sıcaklığı ise 36 dereceden düşüktü. Bu iki hastayı, ciddi bir şekilde incelemeye başladı. Ancak hastaların birer gün arayla öldüğünü gördü. Sonunda şu kanıya vardı: Öleceği belli olan hastaları, bitler bile terk ediyordu. Yani 39 dereceden yüksek, 36 dereceden düşük vücut sıcaklıklarında bitler bile yaşamıyor; o hastayı hemen terk ediyordu.”

 Sadece açlık mı? Ya da zaten karla ıslanmış ince giysiler içinde, soğuğa karşı verilen mücadele mi? Hayır, bir de salgın hastalıklar askerin belini büküyor; birçoğu ateşli hummadan can veriyordu.

HAYVANLARIN BU SAVAŞTA YERİ NE?“Savaş ne kadar haklı olsa da ne kadar savaşmak zorunda kalınırsa kalınsın kötü bir şeydi ve asker bunu bilirdi. Seferberlik nedeniyle askerlik şubesine teslim olduktan sonra artık ‘nereye git, nerede savaş’ derlerse gider, savaşırdı. Hele hele bazıları, savaşa hayvanların neden sokulduğunu anlamak istemezlerdi. Atlara, eşeklere, katırlara yüklenen cephanelerin; öküzlere ve mandalara çektirilen topların ağırlığını kendi omuzlarında hissederlerdi. İnsanlar arasındaki savaşlarda; hayvanların angarya işlere koşulması, atların bir bir vurulması büyük bir tezat oluşturmaktaydı. Bir çatışma sırasında, insanlar kendilerini korumak için sağa sola kaçışıyor ya da siperlerine girebiliyordu. Ama hayvanlar, gürültülerden ürkmüş bir şekilde sağa sola koşuşturup yoruluyordu. Bu yaralı hayvanlara kimse bakamıyor ve hayvanlar da eninde sonunda diğer vahşi hayvanlara yem olmaktan kurtulamıyordu.”

Belki de hiçbirimiz savaşlara bu açıdan bakmamış, insanların sebep olduğu savaşlarda hayvanların yerini sorgulamamıştık.

TATLI BİR UYKU:“Yüzeyden başlayan donma; ilk önce deride ilerliyor, gittikçe damarlardaki kan kristalize olup buz haline geliyordu. Az sonra da tatlı uyuşukluğa kapılan kimse, son nefesini hiç acı çekmeden, hiçbir şeyin farkında olmadan veriyordu. Soğuktan donanların çoğu uyur gibiydi. Donarak ölmenin iyi tarafı varsa o da hiçbir şey anlamadan, acı çekmeden derin bir uykuya dalmaktı.”

Kara değince insanın giysileri de ıslanır, ıslanır ya… O ıslaklıkla o kadar soğukta günlerdir aç olan askerler… Hem uykusuzluk, hem açlık, hem soğuk… İnsan nasıl dayanır?

İşte böyle… Gerekli tedbirler alınmadan Kafkasya’ya yürüme emrini alan ordu, felaketle sonuçlanan bir savaşa sürüklenmişti. Aradan tam yüz altı yıl geçti. Ama unutmayalım ki kaç yıl geçerse geçsin; şehitler daima hatırlanmalı, hatırlatılmalıdır. Yazımı; saflığı, temizliği kısacası güzel duyguları çağrıştıran kar ile bu karlar üstünde yaşanan Sarıkamış Harekâtı arasındaki zıtlığı, gözler önüne seren bölümle sonlandırmak istiyorum.

KEŞKE…“Kar sessiz ve kararlı bir şekilde, musiki ahengiyle yavaş yavaş yağıyordu. Her yeri beyaza bezemek için toprağa, yollara, ağaçlara ve evlerin üzerine düşüyordu. Bu gizemli güzelliğin yağması, “Sizin savaşlarla, birbirinize olan kinlerinizle, maddeten ve manen kirlettiğiniz yeryüzünü ben temizlemeye geliyorum.” der gibiydi. Kar; eski, isli bir boyanın üstüne beyaz boya vuran temiz ve titiz bir boyacıyı andırıyordu. Keşke karın getirdiği beyazlık insanların kirlenen gönüllerini, ihtiraslarını da silebilse; keşke ak pak eyleyebilseydi.”

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve batikaradenizhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.