Öğrencilerimle okuma saatiydi. Kitabımı dolabımda unuttuğumu fark ettim ve kitabı almak için sınıftan çıkmak yerine sınıf kitaplığına bakmayı tercih ettim. Gülten Dayıoğlu'nun kitabı dikkatimi çekti: "Yurdumu Özledim" Ben bunu şimdiye kadar nasıl okumadım, dedim. İnce bir kitaptı. Ailesi Almanya'da işçi olduğu için yanlarına gitmek zorunda kalan ve gittikten sonra yurdunun kıymetini anlayıp memleketine büyük özlem duyan bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyordu. Öyle güzel öyle içten anlatıyordu ki kitaba dalıp gitmişim.
İnce bir kitap olduğunu söylemiştim, o gün bitirdim. İçim sızladı, çünkü Atıl'ın hikayesinin benzeri Türkiye' de çoktu. Ne mutluydu Atıl başlangıçta, Almanya'ya gidiyordu, orada oyuncaklar da çoktu. Köyünden ayrılırken arkadaşlarına söz vermişti, onlara oyuncaklar getirecekti, olmadı. Köyde yetişen Atıl, Almanya'ya bir türlü alışamadı. Almanya’daki günleri köyüne hasret duyarak geçti, hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını anladı. Memleketinin sıcakkanlı insanını aradı. Yabancı olduğu bu kültüre alışamadığından ailesinin başına türlü işler açtı ve bir gün kendisini azarlayan ailesine haykırdı, köyde yetiştiği için görgüsüz olabilirdi ama aptal değildi. Evet, Atıl köyde sınıfının en akıllı çocuklarından biriydi.
Sonunda Atıl ailesiyle birlikte köyüne döndü.
Türk filmlerinde, romanlarında çokça işlenen bir konudur, Türk insanın Avrupa hayranlığı, bu hayranlığın Anadolu insanını içine düşürdüğü komik haller. Adile Naşit'in mikser sahnesini hatırlayalım ya da Avrupa'dan gelen insanların nasıl karşılandıklarını. Son yılların en sevdiğim çocuk yazarı Miyase Sertbarut da Kapiland Üçleme’sinin ikinci kitabında, hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir, gösterişe aldanmayın mesajı vermeye çalışır ve bunu fazlasıyla başarır. "Kapiland size neyi çağrıştırıyor çocuklar?" diye sorduğumda öğrencilerimin kendinden emin bir şekilde "Tabii ki Amerika" diye cevap vermeleri, bu başarının kanıtıdır. Kapilandlı yöneticilerin gözlerini boyamak için davet ettiği Marjinal ve Mehtap'ın bu ülkeye yaptıkları seyahat, çocukların gözlerini açar. Hiç ihtiyaçları olmayan tüketim malzemelerini satın alabilmek; lüks evlerinin ve arabalarının borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz çalışmak zorunda kalan insanların sefaletini görürler Kapiland’da. Yani yazar, okuyucuya bu gerçekleri gördürür.
Kurtulması lazım artık bu canım ülkenin insanlarının batı karşısında içine düştüğü aşağılık kompleksinden. Bu sağlıksız düşünceler yüzünden yıllardır gençlerimiz, ne yapsak da yurt dışına kapağı atsak diye çabalıyor. Oysa anlatılanlarla yaşadığımız gerçekler uyuşmuyor. Virüs salgınıyla zor günler geçirdiğimiz bugünlerde Türkiye'de olanlar, hallerine şükrediyor; Avrupa'da olanlarsa oradan kaçmak için fırsat kolluyor. Demek ki çare duruma göre bir oraya bir buraya sıçramakta değil, çare bulunulan topraklara kök salmakta. "Türk Düşününde Batı Sorunu" adlı kitabında Niyazi Berkes, Tanzimat’tan günümüze değin evrimini gözden geçirdiği Batıcılığın karşısında olduğunu söyler ve Türkiye'nin esas sorununun "batılılaşmak" değil "batılılaşmamak" olduğunu iddia eder. Tarihimizin dönüp bakmamız gereken sayısız gözlemlerle dolu bir laboratuvar olduğunu ifade ederek bu tarihimize bakmamızın tarihin bir tekerrürden ibaret olduğuna inanmamızdan değil, bu tekerrürü kırmanın yolunu aramamızdan olduğunu açıklar.
Gün tarihin bir kez daha tekerrür etmemesi için gerçekleri tüm çıplaklığı ile sunmuşken yıllar öncesinden seslenen Berkes ve günümüzün aklı selim aydınlarına kulak verme günüdür. Gün yıllardır dedikleri, yazdıkları bir bir çıkan insanların sesini dinleme günüdür. Gün tarihin yönünü tekerrür olmaktan çıkarıp Anadolu'nun gönlü temiz insanına çevirme günüdür.